EDEBİYAT YAŞAM 

‘SESLER, KOKULAR, RENKLER YANITLAR BİRBİRİNİ…’

Bir tapınaktır doğa / (…) / Uzakta birbirine girmiş/ yankılar gibi/ Bir birlik içerisinde,/ kör karanlık ve derin,/ Geceler kadar geniş, aydınlık kadar engin/ Sesler, kokular, renkler yanıtlar birbirini…” – Charles BAUDELAIRE

Üç yıl önce taşınacağımız evi gezerken salona girmeden önce koridorun solundaki küçük odayı gördüğümüzde burayı bir kütüphane yapma hayali içimde bir ışık gibi parlamıştı. Evi tutup boya ve tamir işlerine bakmaya geldiğimizde bir yorgunluk kahvesi içerken kitaplık ve kitaplardan önce odada gözümün önüne getirdiğim ilk eşya da eşime annesinden kalan ve onun genç bir kızken dokuduğu kilim olmuştu.Halıkent’ diye anılan bu küçük şehirde, eskiden çoğu insanın geçim kaynağı halı dokumacılığı imiş. Kadınlar hâlâ evlerin bir odasında ya da çatı katında kurdukları dokuma tezgâhlarında halı dokuyor. Hiç unutmuyorum, Demirci’ye ilk geldiğimde, üst kattan gelen tıkır tıkır seslere uyanmış, bu da neyin nesi diye meraktan yukarı çıktığımda seslerin komşumun dokuma tezgâhından geldiğini anlamıştım. Kimi zaman tahriş olup yıpranan ellerine geçirdikleri çoraplarla emek emek nasıl halı dokuduklarını yanlarına oturup seyretmiş ve onların sabrına hayran kalmıştım.

İşte böyle, kahve kokusu bir kilimden başlayıp beni geçmişe götürmüş, hatta bir şehirle ilgili ilk izlenimlerimi anımsatmıştı bana. Psikolojide bu durum, “sinestezi” kavramı ile açıklanıyor: Bir duyu organındaki uyaran deneyiminin başka bir duyu organında gerçekleşmesi. Başka bir duyunun tetiklenmesi yani… Görülen bir şeyin sese çevrilmesi, duyulan bir sesin bir görsel gibi algılanması zihnimizde… Renklerin insana tatlarıyla ulaşması ya da dokunulan şeylerin alakasız bir görüntü olarak kişinin zihninde belirmesi… Sinesteziyi bir algılama bozukluğu olarak görenler de varmış. Bazıları aksine algıda gelişmişlik olduğu şeklinde görüş belirtiyor. Sinestezikler hayal dünyası yoğun, hassas yapılı, bazen de ruhsal dünyaları karmaşık kişiler olarak tanımlanıyor genelde. Bana sık sık oluyor böyle durumlar. Yaşayıp unuttuğumu sandığım, hatırlayamadığım bir olayı, yıllar sonra o olayla bağlantılı ya da farkında olmadan ona atfettiğim bir koku sayesinde hatırlamak. Gezip gördüğüm her şehrin ayrı ayrı bir rengi, bir kokusu olması bende, çocukluğumdan beri. Benim anneannem Mardin’de doğup çocuk yaşta kopmuş o topraklardan; ama kendiyle beraber özünde çok şey getirmiştir oradan. Kına kokusu anneannemi getirir gözümün önüne. Saçlarına kına yakar hep. Çocukken evlerinde kaldığımda anneannemin market manav isteklerini hep yanlış anlayıp elinde satın aldığı başka şeylerle gelen dedemle ufak çaplı bir kavgaya tutuştukları anda ikisi de anlayamadığım bir dilde konuşmaya başlarlardı. O dilin bir rengi varsa bende o da kızılımsı bir renktir. Mardin’i gidip görmek, o günlerde kafama koyduğum bir şeydi. Yıllar sonra Midyat sokaklarında elimde fotoğraf makinesi dolaşırken yanıma yaklaşan ela gözlü bir çocuk –benim her sokağı fotoğraflamak isteyen halimi beğenmiş olacak ki küçük afacan– “Mezopotamya’ya güneş bugün dogdi ha, abla” demişti. Mardin’in rengiyse sarıdır o yüzden bende.

Sinestezi, edebiyat ve sanatın içinde de yer alan bir kavram. Günlük dilde de algısal deneyimlerimiz, sözcükleri temel anlamlarının dışında, karşımızdakine farklı duyusal anlamlar çağrıştırabilecek şekilde kullanmamızı sağlıyor. Hepimizin dil kullanımına yer etmiştir mesela “keskin koku”, “sıcak renk”, “acı bir his” gibi ifadeler. Bu durum dilsel-metaforik sinestezi olarak adlandırılıyormuş. Duyuların bir hiyerarşisi bile yapılmış şiir dilinde. Buna göre dokunma ve tatma duyularının, koku ve sese yönelik aktarım eğilimi varmış. Kavramsal metaforlar hayatımızın gerçekliği içinde varlar tabii ki. Gökhan Yavuz Demir’in George Lakoff & Mark Johnson’dan çevirisini yaptığı ‘Metaforlar – Hayat, Anlam ve Dil’ kitabında söylediği gibi, “hayatı ve dili mucizevi kılan metaforlardır”.

Çağan Irmak’ın senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği, aynı zamanda kendi çocukluğunu konu aldığı ‘Dedemin İnsanları’, Ege’de küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuğun mübadele nedeniyle Girit’ten İzmir’e göçen dedesi ve ailesiyle geçirdiği yaz tatilini anlatıyordu. Filmi izlerken bir duygu karmaşası yaşadığımı hatırlıyorum. Bir gülüp bir ağlamıştım; ama en etkilendiğim sahnelerden biri metafor ile ilgili olan sahneydi. Küçük Ozan, resimle uğraşan ve sevdiği adamla ilgili yürek burkan bir hikâyesi olan komşuları Peruzat’ın evine uğruyordu. Aralarında Peruzat’ın yaptığı resme dayanarak şöyle bir diyalog geçiyordu:

– Kim bu adam?

– Bir misafir, beklediğim biri.

– Sizin eve mi geliyor?

– Hıhı. Bu yolun uzunluğu, uzun bir bekleyişi anlatıyor, efendim. Elindeki luludyalar da umudu ve mutluluğu sembolize ediyor.

Metaforu sever misiniz, küçük bey?” diye sorunca Peruzat; Ozan, “Severim” dese de eve gelip herkese “Metafor ne demek?” diye sormaya başlıyor ve akşama kadar hep uydurma cevaplar duyuyor. En son babası, “Metafor, bir şeyi başka bir şeye benzetmek demek” diyor.

Aradan zaman geçiyor ve Ozan en acılı gününde, dedesinin mezarına luludya çiçekleri getiren Peruzat’ı görüyor. Sanırım Ozan artık metaforlarla büyümeye, çoğu şeyi öyle algılamaya başlıyor ve filmin sonunda da Ozan’ın “Ah metaforlar! Çıkın aklımdan!” diyerek güldüğünü hatırlıyorum. Metafor, Grekçe “meta” (öte) ve “pherin” (taşımak, yüklenmek) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuş, bir yerden başka yere götürme anlamı taşıyor. Akıldan ya da hayatımızdan çıkacaklarını sanmıyorum. Sinesteziklerin, hatta doğal sinestezi yeteneği olmayıp metaforlardan yararlanan sanatçıların, insanı, doğayı, herhangi bir nesneyi farklı algılayış ve duygulanımlarını sanata yansıtmaları içine girdiğimiz o dünyayı bambaşka bir yer yapıyor çünkü.

Aklıma hemen Tevfik Fikret’in şiirleri geldi. Fikret, hayal ile gerçek arasında kalan o dünyayı duyularla inşa etmiş. Aşiyan’ı gezip görenler beni anlarlar, bir zamanlar Fikret’in yaşadığı bu ev de bir edebi sinestezik olmak için tüm kapıları açmış görünüyor şaire. Sinesteziyi biliyor muydu, bunu bilinçli olarak mı yaptı, bilmiyorum; ama içinde bulunduğu karmaşık ruh halini ve bireysel çıkmazlarını aktarırken, doğayı ürpertiler ve titreyişlerle yansıtırken, şiirde söz, resim ve müziği bir araya getirirken sinestezist metaforları kullanmış bence Fikret. Bir gün okulda Servet-i Fünun edebiyatını anlatırken Fikret’in ‘Yağmur’ şiirini okumuştum da muzip öğrencilerimden biri şiiri yarıda kesip “Hocam, öyle bir okuyorsunuz ki ıslandık” deyivermişti. Bu, şiirin sinestezi gücünden kaynaklanıyordu aslında. Sözcükler öyle bir araya gelip öyle bir ahenk oluşturmuş ki yağmur damlalarının yere düşerken çıkardığı sesi, etrafın gece olmuş gibi büründüğü o grimsi renk, belki kimilerine göre boğukluğun verdiği acı bir tat, hepsi birer birer geliyor.

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler/ Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz/ Olur dembedem nevha-ger,/ nagme-saz/ Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz/ Küçük, muttarid, muhteriz darbeler… // Sokaklarda seylabeler ağlaşır/ Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır.

Arthur Rimbaud ve ‘Uyuşumlar’ şiirinden bir alıntıyla adını andığım Charles Baudelaire de sinestezik. Bu şairlerin birer sembolist oluşları da düşündürücü bu noktada…

Aynı gece, odamın penceresinden baktım, orada görünen ev damlarına ve gökyüzüne koyu koyu yaslanmış karaağaçlara… Damların üstünde bir tek yıldız vardı, ama çok güzel, kocaman, sanki dost bir yıldız. Seni, tüm geçmiş yıllarımı, evimizi düşündüm.

Ressam Van Gogh da tanınmış sinesteziklerden. ‘Theo’ya Mektuplar’da kardeşine, yaptığı yürüyüşleri ve gün batımını, evlerin damlarını, tepeleri, denizi uzun uzun anlatıyor. Onun dünyasında da seslerin, kokuların, renklerin birbirini yanıtladığını bir kez daha anlıyorum.

Yaşamda birçoğumuz için özlemin bir rengi, kavuşmaların bir tadı vardır. Dün depremin üzerinden altı ay geçti. Adana’da ailem, komşularımız; Hatay’da, Antep’te, Maraş’ta, Malatya’da dostlarım, onların çocukları, aileleri… Çaresizliğin, yitirişlerin, evinden kopmanın acısı…Sesimi duyan var mı?” seslenişini ne kadar çok duyduk, yaşama tutunuşun sesini aradık telefonlarımızda, televizyonların karşısında. Hiç bilmediğim, tanımadığım insanlara “Dayan, lütfen dayan!” diye dua edip içimde diri tutmaya çalıştığım umutların bir yandan yeşerdiğini, bir yandan tükendiğini ben unutmayacağım. İyileşeceğiz, yaralar sarılmaya devam edecek; ama o acının kekremsi tadı olacak içimde.

Doğaya hükmettiğini sanan insan, doğanın karşısında aciz; ama doğaya bu kadar hoyrat davranıp kendi öz değerlerini yitirenler bir doğal afetten daha tehlikeli olabiliyormuş, ne yazık ki.

Mektuplara, Van Gogh’a dönüyorum tekrar, “Doğayla uyumlu olmayan her şey bırakır yüreği” diye yazmış. Yüreğini bırakan kişiye de ne sesler ne renkler ne de kokular gelir.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar